Yaşam ile vicdan arasındaki zıtlığın çözümü iki yolla mümkündür: Yaşam tarzını değiştirmek ya da vicdanını değiştirmek. Vicdanımı değiştirmek gibi bir şansım olmadığına göre yaşam tarzımı değiştirmem gerekiyordu. Fakat bunu yapıp sonuçlarına katlanacak kadar ahlaklı değildim. Olan ile olması gereken arasındaki çelişki benliğimi yiyordu. İnsanın varlığını dolduran modern yaşam ile bilinci arasındaki tüm diğer çelişkilere hiç değinmeden, sürekli silahlı barış durumu ile insanlığını, adalet anlayışını, bilimin ilkelerini gözden geçirmesi, insanı umutsuzluğa düşürmeye, aklından şüphe etmeye ve nihayetinde bu barbar ve çılgın dünyadaki yaşamından vazgeçmeye yeter de artardı bile. Ancak bunu yapacak kadar da cesur değildim.
İnsanlığa, adalete ve bilime inanan biri olarak tüm yaşamın bunlara zıt ilkeler üzerine kurulu olduğunu görüyorum. Benim içinde yetiştiğim ve acı çekmeden vazgeçemeyeceğim tüm alışkanlıkların, yalnızca ezilen emekçilerin durup dinlenmeksizin, hatta ölümüne çalışmaları pahasına, insanlığın, adaletin ve bilimin tüm ilkelerinin en kaba biçimde ihlal edilmesi yoluyla tatmin edilebileceğini biliyorum. Yaşamım sürekli bir çelişkiden ibaret ve duyarlı bir vicdana sahip biri olarak sürekli acı çekerek yaşıyorum. Ben böyle yaşarken, vicdanına kulaklarını tıkamış diğerleri, vicdanları sebebiyle değilse de korkularından ya da nefretlerinden dolayı acı çekiyorlar. Çünkü emekçi sınıfların kendilerine karşı beslediği bütün nefreti biliyorlar ve kandırılmış olduklarını, sömürüldüklerini gören işçilerin baskıdan kurtulmak için örgütlenmeye başladıklarını ve bunu yapanlardan intikam almaya hazırlandıklarının farkındalar. Onlar 1 Mayıs’ları, grevleri, dernekleri görüyor ve tehlikeyi hissediyorlar. Gösterileri dağıtırken başvurdukları şiddet bu korkunun en somut tezahürü. İşte bu korku da onların hayatını zehir ediyor. Bu sebeple ezilen kölelerle mücadelelerinde bir an bile zafiyete düşmeden otoritelerini geliştiriyorlar.
Otorite varlığını sürdürdüğü ve geliştiği oranda ona tabi olanların avantajları hep azalmış, dezavantajları ise artmıştır. Otorite, bir insanı kendi isteklerinin tersine davranmaya zorlama yoludur. Otoriteye tabi bir insan istediğini değil otoritenin dayattığı şeyi yapar. Bir insanı istediği şeyi değil de istemediği şeyi yapmaya ancak fiziksel şiddet uygulayarak, ya da bunu yapmakla tehdit ederek zorlayabilirsiniz. Otorite, insan için boynuna bağlanıp sürüklendiği bir ipten, bir zincirden; kırbaçlandığı bir kırbaçtan; kollarını, bacaklarını, burnunu, kulaklarını, başını kesecek bir satır ya da bir baltadan başka bir şey değildir. Otoriteye karşı direnmek için ise bağımsız bir şekilde düşünebilmek gerekir ki, bu herkesin yapabileceği bir şey değildir.
Peki, ben, bağımsız düşünebildiğimi bilen ben neden direnemedim? Çünkü düşünmek yeterli değildi, gerçek anlamda bağımsız yaşamak gerekiyordu. Beni çevreleyen toplumsal ilişkilerden, gelecek kaygılarından ve hatta aile bağlarından azade bir hayat sürmek gerekliydi. Benden nefret edenlere dahi kötülük yapmayı arzulamayacak, hiçbir nedenle hiçbir zaman şiddete başvurmayacak, gelecek kaygısı duymadan şimdiki zamanı yaşayacak kadar mükemmel ve erdemli olmak gerekliydi. Ben ise ne mükemmel ne de bu derece erdemliydim. Dolayısıyla hayatımın en zor yolculuğuna çıktım. Her saniyesinde cehennem azabı çektim. İnsan olmaktan çıktım, maşa haline geldim, her birimizi hepimiz adında köleleştiren ve soyut bir kavram olan devlet dediğimiz şeyin malı oldum, hâlbuki bende herkes gibi zorlandığım bu şeyin tam tersini istiyordum. Ancak burası benim isteklerimin anlamını yitirdiği yerdi. Burada bir hiçtim, itaat eden ve boyun eğen bir hiç. Oysa tüm bildiklerime ve herkesin açıkça ifade ettiğine göre özgür olmam gerekirdi, fakat değilim. Ben bir köleyim, hor görülen ve nefret edilen biriyim. Ve dolayısıyla nefretle dolmaktayım, bulunduğum durumdan sıyrılmaya çalışmakta, beni ezen düşmandan kurtulmaya ve imkânım olduğunda onu ezmeyi, onu yok etmeyi planlamaktayım. Zorunlu kölelik hizmetini yapan herkes gibi ben de devletin yurttaşlarına karşı uyguladığı şiddete öyle ya da böyle katılmak zorunda kaldım. Bütün ayaklanmaları bastırmak, mitingleri dağıtmak, grevleri engellemek ve zorla vergi toplamak gibi faaliyetler ya doğrudan yeşiller ya da yeşillerin desteklediği lacivertlerin kuvvetine dayanarak gerçekleştirilir. Zorunlu kölelik hizmetini yapan her insan, insan vicdanına ters düşen bu baskılara katılmış olur ve bu baskılara direnen insanlara saldırmak zorunda kalabilir.
Neyse ki; şansım yaver gitti ve beni adam öldürmeye göndermediler, böylece sakat kalma ya da öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalmadım. Ancak burada sıklıkla söylenildiği gibi ‘hizmetin büyüğü küçüğü yoktur’. Ben burada bahsettiğim devlet faaliyetlerini arka plandan destekleyen ve bu uygulamaların toplumun vicdanında meşrulaştırılmasını sağlayan makinenin bir dişlisi oldum. Onun sorunsuz işlemesi için yapmakla sorumlu tutulduğum vazifemi yerine getirdim. Bu doğrultuda üzerime düşen vazifenin tuvalet temizleyip, bulaşık yıkamak olması vicdanımı zerre kadar rahatlatmıyor. Kendimi kirletilmiş, yozlaştırılmış ve kullanılmış hissediyorum. Burada beni köleliğe tabi kıldılar. Bir soytarı gibi giyinmek zorunda kaldım, üstüm olan herkes bana emir verdi, herkes kendi keyfine göre beni değişik vücut hareketleri yapmaya zorladı. Fakat tüm sistematik çabalarına rağmen beni kendilerinden biri yapamadılar. Kendime olan saygımı ve sevgimi zedeleyemediler.
Kendimi yeniden ve daha çok sevdim. İçimdeki sevgiyi özlemle besledim. İnsanın kendisini sevmesi herkes için doğaldır, kimse bunun için cesaretlendirilmeye ihtiyaç duymaz. İnsanın, yardım ve destek gördüğü kendi kavmini sevmesi; yaşamında kendisine destek ve yaşama sevinci olan karısını (eşini) sevmesi; yaşamının umudu ve tesellisi olan çocuklarını sevmesi gibi varlığını ve eğitimini borçlu olduğu ailesini sevmesi de doğaldır ve her ne kadar kendisini sevmesi kadar güçlü olmasa da sıkça rastlanan bir şeydir. İnsanın aynı kökenden geldiği, aynı dili konuştuğu, ortak bir geçmişten gelip ortak bir geleceğe gittiği halkını sevmesi de doğal olmasa da olasıdır. Vatan algısını ‘vatan dünyadır’ şiarını benimseyerek olası en uç noktaya taşımış bir enternasyonalist için ise nihai hedef ‘tüm insanlığı’ sevmektir. Bireysel yaşamın, öz sevginin grup yaşamına ve kolektif sevgiye transferinin bu en uç noktasında kişinin kendisine olan sevgisini olabildiğince büyütmesi hayati bir rol oynar. Kendime olan sevgi ve saygımı aileme, çocuklarıma, arkadaşlarıma, halkıma ve tüm insanlığa transfer etmek ömrüm boyunca bitmeyecek en büyük uğraşım ve hedefimdir. Bu hedefe yürürken yalnız olmadığımı ve sevildiğimi bilmek ise en büyük motivasyonum. İşte burada hayat a böyle tutundum.
Geçen zaman benden çok şeyler alıp götürdü ve şimdi ellerim bomboş dönüyorum. Beş aylık dayanılmaz sancılardan sonra bu kez anama eziyet etmeden kendi kendime doğuyorum. Bu beş ayı diğerleri gibi bilindik doğrusal zaman akışı prensibini takip ederek geçirmedim. Zamanın döngüsel veçhesini keşfettim. Zamanın yalnızca bilinçli olduğumuzda algılanabildiğini fark ettim. Öyle ki; dönen bir gezegenin kendi etrafında attığı bir tura bir gün, kendi güneşi etrafında yörüngede attığı bir tura da bir yıl diyorduk ve bu sistemi onun sayacı olan saatle varsayılan bazı sabitlere dayanarak sayıyorduk. Oysa bir bebek ya da bir deli için zaman yoktu. Onlar geçmişle aralarındaki uzaklığı algılayamazlarken, bilinçli bir yetişkin ise zamanın ‘geçtiğini’, önünden akıp gittiğini düşünüyor ve belki de böyle düşünerek yanılgıya düşüyordu. Çünkü zaman onun algısında olup biten bir şeydi ve algısının yanılmadığını kimse iddia edemezdi. Belki evren çok büyük bir kitap ve biz onun küçük okuyucularıyız. Kitap orada, tümüyle kapağın içinde duruyor. Bir yerden gelmiyor ve bir yere gitmiyor. Ben kitabı okumak için ilk sayfadan başladım ve sırayla giderek sona doğru okuyorum. Burada geçen süre boyunca bazı eski sayfaları tekrar okumak bana güç verdi. Orada sizler vardınız. Devamında da sizlerin olacağını bilmek bana cesaret verdi. Zamanla işbirliği yaptım.
Zamanla karşı çalışmaktansa zamanla birlikte çalışmanın en iyi yanı zamanın boşa harcanmamasıdır. Zamanımı boşa harcamadım çünkü acı bile işe yaradı. Burada gerçekten acı çektim ama acı çekmek yaşamın koşuluydu. Acıdan korkmak ya da ondan kaçmak yerine onu aşmaya, onun içinden geçmeye çalıştım ve bunun için en iyi yol olan sevgiyi kullandım. Sizde bulduğum sevgiyi, size karşı beslediğim sevgiyi ve tüm evrene duyduğum sevgiyi. Ama yine de şunun farkındayım ki; bizi bir araya getiren şey sevgi değil acı çekmemizdir. Bizi birleştiren bağ seçilebilir bir şey değil, biz kardeşiz. Paylaştığımız şeylerde kardeşiz. Hepimiz tek başımıza çekmek zorunda olduğumuz acıda buluyoruz kardeşliğimizi. Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer ellerimizi uzatmazsak hiçbir elin bizi kurtarmayacağını biliyoruz. Uzattığınız el boş, tıpkı benimki gibi. Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğiniz. Bütün bunlara rağmen biliyoruz ki; ne birbirimizi ne de kendimizi kurtarabiliriz. Dolayısıyla gerçek kardeşliğimiz çektiğimiz acılarda başlıyor. Acı var ve inkâr edilemez bir gerçek. Ve eğer acıdan kaçarsak coşku şansımızı da yitiririz. Belki zevk alabiliriz, hatta zevkin türlü çeşitlerini alabiliriz ama doyamayız. Eve dönmenin ne demek olduğunu bilemeyiz. Çünkü zevk arayışı da zaman gibi döngüseldir. Yinelenir, zaman dışıdır ve hep aynı yerde son bulur. Bir sonu vardır. Sona erer ve yeniden başlamak zorunda kalır. Bir yolculuk, bir dönüş değildir, kapalı bir çevrimdir, kilitli bir odadır, bir hapishanedir. Eve dönmek ise, evin şu ana dek hiç bulunmadığımız bir yer olduğunu anlamadan mümkün değildir. Gerçekte eve dönme olasılığı olmamasına rağmen yolculuğun doğası dünyanın çevresini dolaşmak gibi bir dönüşü içerdiği için başlanılan noktaya geri gelmek gibi bir imkân vardır. Oysa nasıl ki bir ırmakta iki kez yıkanılmazsa, yeniden eve dönmek de olanak dışıdır. O halde sahip olunan veya istenilen eve en çok benzeyen şeye geri dönmekten mutlu olunmalıdır. Gerçek yolculuk geri dönüştür.
Hayatımın bu en zor yolculuğuna çıkmadan önce etrafımda gördüğüm bütün o yüzler ve bu yolculuk süresince benimle birlikte çarptığını hissettiğim tüm yürekler, bu yolculuğa istemeden çıkmamın sorumlusu olmakla birlikte burada yaşadıklarıma katlanabilmemin tek dayanağı oldu. Varlığınız burada geçirdiğim zaman boyunca beni var olmaya ve ben olarak kalmaya zorladı. Hepinize müteşekkirim. Şimdi geri dönme zamanı geldi. SubBaRçA’nın geri dönüşü, yeniden/öteki doğumu, rönesansı. Bu yeni başlangıcı birlikte yapmak için 17 Mayıs günü aynı yerde/malum adreste bu defa beni bekleyen sizleri görmeyi arzuluyorum. Tıpkı gelinlik bir kızı yeni yaşamına çeyizlerle uğurlayan eşsiz Türkiye geleneğinde olduğu gibi yeni hayatımda ihtiyacım olacağını düşündüğünüz bir çul ya da çaputla beni karşılamanızı ve beni öldüresiye şımartmanızı bekliyorum. Görüşmek üzere...
İnsanlığa, adalete ve bilime inanan biri olarak tüm yaşamın bunlara zıt ilkeler üzerine kurulu olduğunu görüyorum. Benim içinde yetiştiğim ve acı çekmeden vazgeçemeyeceğim tüm alışkanlıkların, yalnızca ezilen emekçilerin durup dinlenmeksizin, hatta ölümüne çalışmaları pahasına, insanlığın, adaletin ve bilimin tüm ilkelerinin en kaba biçimde ihlal edilmesi yoluyla tatmin edilebileceğini biliyorum. Yaşamım sürekli bir çelişkiden ibaret ve duyarlı bir vicdana sahip biri olarak sürekli acı çekerek yaşıyorum. Ben böyle yaşarken, vicdanına kulaklarını tıkamış diğerleri, vicdanları sebebiyle değilse de korkularından ya da nefretlerinden dolayı acı çekiyorlar. Çünkü emekçi sınıfların kendilerine karşı beslediği bütün nefreti biliyorlar ve kandırılmış olduklarını, sömürüldüklerini gören işçilerin baskıdan kurtulmak için örgütlenmeye başladıklarını ve bunu yapanlardan intikam almaya hazırlandıklarının farkındalar. Onlar 1 Mayıs’ları, grevleri, dernekleri görüyor ve tehlikeyi hissediyorlar. Gösterileri dağıtırken başvurdukları şiddet bu korkunun en somut tezahürü. İşte bu korku da onların hayatını zehir ediyor. Bu sebeple ezilen kölelerle mücadelelerinde bir an bile zafiyete düşmeden otoritelerini geliştiriyorlar.
Otorite varlığını sürdürdüğü ve geliştiği oranda ona tabi olanların avantajları hep azalmış, dezavantajları ise artmıştır. Otorite, bir insanı kendi isteklerinin tersine davranmaya zorlama yoludur. Otoriteye tabi bir insan istediğini değil otoritenin dayattığı şeyi yapar. Bir insanı istediği şeyi değil de istemediği şeyi yapmaya ancak fiziksel şiddet uygulayarak, ya da bunu yapmakla tehdit ederek zorlayabilirsiniz. Otorite, insan için boynuna bağlanıp sürüklendiği bir ipten, bir zincirden; kırbaçlandığı bir kırbaçtan; kollarını, bacaklarını, burnunu, kulaklarını, başını kesecek bir satır ya da bir baltadan başka bir şey değildir. Otoriteye karşı direnmek için ise bağımsız bir şekilde düşünebilmek gerekir ki, bu herkesin yapabileceği bir şey değildir.
Peki, ben, bağımsız düşünebildiğimi bilen ben neden direnemedim? Çünkü düşünmek yeterli değildi, gerçek anlamda bağımsız yaşamak gerekiyordu. Beni çevreleyen toplumsal ilişkilerden, gelecek kaygılarından ve hatta aile bağlarından azade bir hayat sürmek gerekliydi. Benden nefret edenlere dahi kötülük yapmayı arzulamayacak, hiçbir nedenle hiçbir zaman şiddete başvurmayacak, gelecek kaygısı duymadan şimdiki zamanı yaşayacak kadar mükemmel ve erdemli olmak gerekliydi. Ben ise ne mükemmel ne de bu derece erdemliydim. Dolayısıyla hayatımın en zor yolculuğuna çıktım. Her saniyesinde cehennem azabı çektim. İnsan olmaktan çıktım, maşa haline geldim, her birimizi hepimiz adında köleleştiren ve soyut bir kavram olan devlet dediğimiz şeyin malı oldum, hâlbuki bende herkes gibi zorlandığım bu şeyin tam tersini istiyordum. Ancak burası benim isteklerimin anlamını yitirdiği yerdi. Burada bir hiçtim, itaat eden ve boyun eğen bir hiç. Oysa tüm bildiklerime ve herkesin açıkça ifade ettiğine göre özgür olmam gerekirdi, fakat değilim. Ben bir köleyim, hor görülen ve nefret edilen biriyim. Ve dolayısıyla nefretle dolmaktayım, bulunduğum durumdan sıyrılmaya çalışmakta, beni ezen düşmandan kurtulmaya ve imkânım olduğunda onu ezmeyi, onu yok etmeyi planlamaktayım. Zorunlu kölelik hizmetini yapan herkes gibi ben de devletin yurttaşlarına karşı uyguladığı şiddete öyle ya da böyle katılmak zorunda kaldım. Bütün ayaklanmaları bastırmak, mitingleri dağıtmak, grevleri engellemek ve zorla vergi toplamak gibi faaliyetler ya doğrudan yeşiller ya da yeşillerin desteklediği lacivertlerin kuvvetine dayanarak gerçekleştirilir. Zorunlu kölelik hizmetini yapan her insan, insan vicdanına ters düşen bu baskılara katılmış olur ve bu baskılara direnen insanlara saldırmak zorunda kalabilir.
Neyse ki; şansım yaver gitti ve beni adam öldürmeye göndermediler, böylece sakat kalma ya da öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalmadım. Ancak burada sıklıkla söylenildiği gibi ‘hizmetin büyüğü küçüğü yoktur’. Ben burada bahsettiğim devlet faaliyetlerini arka plandan destekleyen ve bu uygulamaların toplumun vicdanında meşrulaştırılmasını sağlayan makinenin bir dişlisi oldum. Onun sorunsuz işlemesi için yapmakla sorumlu tutulduğum vazifemi yerine getirdim. Bu doğrultuda üzerime düşen vazifenin tuvalet temizleyip, bulaşık yıkamak olması vicdanımı zerre kadar rahatlatmıyor. Kendimi kirletilmiş, yozlaştırılmış ve kullanılmış hissediyorum. Burada beni köleliğe tabi kıldılar. Bir soytarı gibi giyinmek zorunda kaldım, üstüm olan herkes bana emir verdi, herkes kendi keyfine göre beni değişik vücut hareketleri yapmaya zorladı. Fakat tüm sistematik çabalarına rağmen beni kendilerinden biri yapamadılar. Kendime olan saygımı ve sevgimi zedeleyemediler.
Kendimi yeniden ve daha çok sevdim. İçimdeki sevgiyi özlemle besledim. İnsanın kendisini sevmesi herkes için doğaldır, kimse bunun için cesaretlendirilmeye ihtiyaç duymaz. İnsanın, yardım ve destek gördüğü kendi kavmini sevmesi; yaşamında kendisine destek ve yaşama sevinci olan karısını (eşini) sevmesi; yaşamının umudu ve tesellisi olan çocuklarını sevmesi gibi varlığını ve eğitimini borçlu olduğu ailesini sevmesi de doğaldır ve her ne kadar kendisini sevmesi kadar güçlü olmasa da sıkça rastlanan bir şeydir. İnsanın aynı kökenden geldiği, aynı dili konuştuğu, ortak bir geçmişten gelip ortak bir geleceğe gittiği halkını sevmesi de doğal olmasa da olasıdır. Vatan algısını ‘vatan dünyadır’ şiarını benimseyerek olası en uç noktaya taşımış bir enternasyonalist için ise nihai hedef ‘tüm insanlığı’ sevmektir. Bireysel yaşamın, öz sevginin grup yaşamına ve kolektif sevgiye transferinin bu en uç noktasında kişinin kendisine olan sevgisini olabildiğince büyütmesi hayati bir rol oynar. Kendime olan sevgi ve saygımı aileme, çocuklarıma, arkadaşlarıma, halkıma ve tüm insanlığa transfer etmek ömrüm boyunca bitmeyecek en büyük uğraşım ve hedefimdir. Bu hedefe yürürken yalnız olmadığımı ve sevildiğimi bilmek ise en büyük motivasyonum. İşte burada hayat a böyle tutundum.
Geçen zaman benden çok şeyler alıp götürdü ve şimdi ellerim bomboş dönüyorum. Beş aylık dayanılmaz sancılardan sonra bu kez anama eziyet etmeden kendi kendime doğuyorum. Bu beş ayı diğerleri gibi bilindik doğrusal zaman akışı prensibini takip ederek geçirmedim. Zamanın döngüsel veçhesini keşfettim. Zamanın yalnızca bilinçli olduğumuzda algılanabildiğini fark ettim. Öyle ki; dönen bir gezegenin kendi etrafında attığı bir tura bir gün, kendi güneşi etrafında yörüngede attığı bir tura da bir yıl diyorduk ve bu sistemi onun sayacı olan saatle varsayılan bazı sabitlere dayanarak sayıyorduk. Oysa bir bebek ya da bir deli için zaman yoktu. Onlar geçmişle aralarındaki uzaklığı algılayamazlarken, bilinçli bir yetişkin ise zamanın ‘geçtiğini’, önünden akıp gittiğini düşünüyor ve belki de böyle düşünerek yanılgıya düşüyordu. Çünkü zaman onun algısında olup biten bir şeydi ve algısının yanılmadığını kimse iddia edemezdi. Belki evren çok büyük bir kitap ve biz onun küçük okuyucularıyız. Kitap orada, tümüyle kapağın içinde duruyor. Bir yerden gelmiyor ve bir yere gitmiyor. Ben kitabı okumak için ilk sayfadan başladım ve sırayla giderek sona doğru okuyorum. Burada geçen süre boyunca bazı eski sayfaları tekrar okumak bana güç verdi. Orada sizler vardınız. Devamında da sizlerin olacağını bilmek bana cesaret verdi. Zamanla işbirliği yaptım.
Zamanla karşı çalışmaktansa zamanla birlikte çalışmanın en iyi yanı zamanın boşa harcanmamasıdır. Zamanımı boşa harcamadım çünkü acı bile işe yaradı. Burada gerçekten acı çektim ama acı çekmek yaşamın koşuluydu. Acıdan korkmak ya da ondan kaçmak yerine onu aşmaya, onun içinden geçmeye çalıştım ve bunun için en iyi yol olan sevgiyi kullandım. Sizde bulduğum sevgiyi, size karşı beslediğim sevgiyi ve tüm evrene duyduğum sevgiyi. Ama yine de şunun farkındayım ki; bizi bir araya getiren şey sevgi değil acı çekmemizdir. Bizi birleştiren bağ seçilebilir bir şey değil, biz kardeşiz. Paylaştığımız şeylerde kardeşiz. Hepimiz tek başımıza çekmek zorunda olduğumuz acıda buluyoruz kardeşliğimizi. Bize birbirimizden başka kimsenin yardım etmeyeceğini, eğer ellerimizi uzatmazsak hiçbir elin bizi kurtarmayacağını biliyoruz. Uzattığınız el boş, tıpkı benimki gibi. Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Sahip olduğunuz tek şey ne olduğunuz ve ne verdiğiniz. Bütün bunlara rağmen biliyoruz ki; ne birbirimizi ne de kendimizi kurtarabiliriz. Dolayısıyla gerçek kardeşliğimiz çektiğimiz acılarda başlıyor. Acı var ve inkâr edilemez bir gerçek. Ve eğer acıdan kaçarsak coşku şansımızı da yitiririz. Belki zevk alabiliriz, hatta zevkin türlü çeşitlerini alabiliriz ama doyamayız. Eve dönmenin ne demek olduğunu bilemeyiz. Çünkü zevk arayışı da zaman gibi döngüseldir. Yinelenir, zaman dışıdır ve hep aynı yerde son bulur. Bir sonu vardır. Sona erer ve yeniden başlamak zorunda kalır. Bir yolculuk, bir dönüş değildir, kapalı bir çevrimdir, kilitli bir odadır, bir hapishanedir. Eve dönmek ise, evin şu ana dek hiç bulunmadığımız bir yer olduğunu anlamadan mümkün değildir. Gerçekte eve dönme olasılığı olmamasına rağmen yolculuğun doğası dünyanın çevresini dolaşmak gibi bir dönüşü içerdiği için başlanılan noktaya geri gelmek gibi bir imkân vardır. Oysa nasıl ki bir ırmakta iki kez yıkanılmazsa, yeniden eve dönmek de olanak dışıdır. O halde sahip olunan veya istenilen eve en çok benzeyen şeye geri dönmekten mutlu olunmalıdır. Gerçek yolculuk geri dönüştür.
Hayatımın bu en zor yolculuğuna çıkmadan önce etrafımda gördüğüm bütün o yüzler ve bu yolculuk süresince benimle birlikte çarptığını hissettiğim tüm yürekler, bu yolculuğa istemeden çıkmamın sorumlusu olmakla birlikte burada yaşadıklarıma katlanabilmemin tek dayanağı oldu. Varlığınız burada geçirdiğim zaman boyunca beni var olmaya ve ben olarak kalmaya zorladı. Hepinize müteşekkirim. Şimdi geri dönme zamanı geldi. SubBaRçA’nın geri dönüşü, yeniden/öteki doğumu, rönesansı. Bu yeni başlangıcı birlikte yapmak için 17 Mayıs günü aynı yerde/malum adreste bu defa beni bekleyen sizleri görmeyi arzuluyorum. Tıpkı gelinlik bir kızı yeni yaşamına çeyizlerle uğurlayan eşsiz Türkiye geleneğinde olduğu gibi yeni hayatımda ihtiyacım olacağını düşündüğünüz bir çul ya da çaputla beni karşılamanızı ve beni öldüresiye şımartmanızı bekliyorum. Görüşmek üzere...
Başvurulan Kaynaklar:
Lev Tolstoy, Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir, Kaos Yay. 2006.
Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, Metis Yay. 2005.
Yorumlar
içimizdeki sevgi kinin, nefretin, itaatin karşısında daha da yeşerdi.
şimdi sıra bizde...
artık daha güçlü bağırıyorum.
inadına sevgi,inadına hayat, inadına özgürlük!!!!