19 Ocak 2017 bugün. 10 yıl olmuş. Hayatımı değiştiren O kara günün üzerinden 10 koca yıl geçmiş. Neler değişti hayatımda o günden beri. Sevinçler, üzüntüler, zaferler, bozgunlar ama bazı şeyler hiç değişmedi; Ruhumun derinliklerine yerleşen O acı. Her aklıma geldiğinde göz pınarlarımı dolduran O resim.
O Ermeni’ye sıkılan kurşun hayatımda bir fay hattı oluşturdu. Benim için “en değerli” olan aile ile ilk kopuş. Bir aile olmanın aynı kanı taşımaktan farklı bir şey olduğunu anladığım en önemli olay. Fikirlerimizde ortaklaşamayacaklarımla, kardeşlikte ortaklaşamayacağım gerçekliği ile yüzleşmem.
Sonra cenaze töreninde polisin gözünde ilk kez bana ve benim gibilere yönelen O nefreti görmem. Hayatta “düşman” diye bir şey olduğunu ve zamanı geldiğinde canımı hiç düşünmeden alacağının bilinciyle yaşamaya devam etmek çabası. Bu güvenliksizlik hali ile otonom siyasal yönelimlerden uzaklaşarak, kolektif siyasal örgütlenmelere yanaşmam. O yanaşmaların hayatıma kattığı muazzam insanlar ve onları hayatıma katmak için yol verdiğim eski siluetler.
Bir Ermeni nasıl oldu da tüm bunları yaptı hayatıma onu hiç tanımamama, yüzünü bir kez bile görmemiş olmama rağmen. Hikaye anlatıcılığı mıydı acaba sırrı? Hayatıma yön veren 2 hikayesinden birinde bana en boktan “vatanın” bile nasıl aşkla sevileceğini kavratmıştı; “vaad edilmiş cennetlerde sefa sürmek için değil de içinde yaşadığımız cehennemi cennete çevirme azmi” ile yaşamam gerektiğini hatırlatarak. Diğeriyle, iyi ve kötüye dair dünyanın en basit anahtarını vermişti bana; “testinin içinde ne varsa dışına da o sızar” diyerek. Ama O en çok “aşk” ifade eder bana. Bir kadını onun gibi sevmek, bir erkek olarak onun kadar sevilmek. Hrantı’nın Rakel’i, Rakel’inin çutağı olmak…
ve O çutağın sevgilisinin kulaklarımda hala çınlayan sesi: Karanlıklar, bebekler, katiller, Jesus…
Dağ kadar olup da güvercin gibi ölebilmek…
O Ermeni’ye sıkılan kurşun hayatımda bir fay hattı oluşturdu. Benim için “en değerli” olan aile ile ilk kopuş. Bir aile olmanın aynı kanı taşımaktan farklı bir şey olduğunu anladığım en önemli olay. Fikirlerimizde ortaklaşamayacaklarımla, kardeşlikte ortaklaşamayacağım gerçekliği ile yüzleşmem.
Sonra cenaze töreninde polisin gözünde ilk kez bana ve benim gibilere yönelen O nefreti görmem. Hayatta “düşman” diye bir şey olduğunu ve zamanı geldiğinde canımı hiç düşünmeden alacağının bilinciyle yaşamaya devam etmek çabası. Bu güvenliksizlik hali ile otonom siyasal yönelimlerden uzaklaşarak, kolektif siyasal örgütlenmelere yanaşmam. O yanaşmaların hayatıma kattığı muazzam insanlar ve onları hayatıma katmak için yol verdiğim eski siluetler.
Bir Ermeni nasıl oldu da tüm bunları yaptı hayatıma onu hiç tanımamama, yüzünü bir kez bile görmemiş olmama rağmen. Hikaye anlatıcılığı mıydı acaba sırrı? Hayatıma yön veren 2 hikayesinden birinde bana en boktan “vatanın” bile nasıl aşkla sevileceğini kavratmıştı; “vaad edilmiş cennetlerde sefa sürmek için değil de içinde yaşadığımız cehennemi cennete çevirme azmi” ile yaşamam gerektiğini hatırlatarak. Diğeriyle, iyi ve kötüye dair dünyanın en basit anahtarını vermişti bana; “testinin içinde ne varsa dışına da o sızar” diyerek. Ama O en çok “aşk” ifade eder bana. Bir kadını onun gibi sevmek, bir erkek olarak onun kadar sevilmek. Hrantı’nın Rakel’i, Rakel’inin çutağı olmak…
ve O çutağın sevgilisinin kulaklarımda hala çınlayan sesi: Karanlıklar, bebekler, katiller, Jesus…
Dağ kadar olup da güvercin gibi ölebilmek…
Yorumlar