Savaşa Hiç Gerek Yok


İçinden geçmekte olduğumuz “cinnet günlerinde” çok yorucu olsa da sakin kalmaya çalışıyorum. Bir adım geri atıp bugünkü yaygın savaş şakşakçılığını anlamlandırmaya çalışınca, yılların milliyetçi tedrisatından geçen, aile içinde mukadderiyatçılıkla serpilen bu toprakların insanından farklı bişey beklemenin mümkün olmadığını görüyorum. Çocuk yaştan bu kadar derinlere ekilen, böylesi güçlü bir hamasetin, doğru kilit kavramlarla çağrılmasına verilen reaksiyon akla Pavlov’un köpeğini getiriyor. Ama daha ötesi tarih boyunca bu topraklarda yaygın destek bulan tarzı siyaset, özünde toplumun tabanındaki yaygın kültürel çürümüşlükle mutlak bir paralellik gösteriyor.

Nasıl göstermesin ki; verili yaşamsal koşullarında hayatta kalmanın yegane yolunun, ahlaki çöküntü çatlakları arasındaki cılız gün ışığının peşinden gitmek olduğu bir düzenin bireysel çıktılarının böyle oportunist bir tipoloji olması gayet doğal. Hegemon siyasetin, gündelik hayatta kalma pratiklerini genişletecek ahlaki çöküntüye ön ayak olması, toplum ve iktidar arasındaki sessizlik yeminini bir ahlaksızlık rejimi uzlaşmasına dönüştürmesi şaşırtıcı değil.

Ancak gözden kaçırılmaması gereken bu uzlaşmanın nihai bir anlaşma olmaktan uzak olması. Pazarlamanın 1 numaralı kuralı; ürününü her zaman hedeflediğin kitlenin niteliksel olarak bir üst seviyesine konumladığın illüzyonunu yaratmaktır. Çünkü her katman, aslında kendisinin daha üzerindekinin tüketim davranışlarına ulaşmayı hedefler. Konumuna denk olan ürünü tüketmek, kimseye “kendisine iyi davrandığı” hissini vermez.

Pek çok tarihsel an göstermiştir ki; Türkiye halkları da demokrasiyi, özgürlükçülüğü, eşitliği, savaş karşıtlığını aslında yaygın destek verdiği siyasal tutumdan daha “nitelikli” görmekte ve ona öykünmektedir. Mümkün olan her fırsatta, hayatta kalmak adına ortak olduğu ahlaksızlıktan ellerini yıkamak için yüzünü aniden sola, muhalefete, mazluma, çatlak seslere çevirmektedir. Bu vicdani arınma ihtiyacı ise hiçbir zaman taşıyıcıları tarafından yeterince algılanamamıştır. Toplumun ani yön değişikliklerine hiçbir zaman hazırlıklı olunamamıştır ve bu tarihsel dönüm noktalarının arkasından gereken adımları atılamamıştır. Bunun en somut göstergesi Gezi’dir.

İş bu ki; söz konusu demokratik, özgülükçü, eşitlikçi, savaş karşıtı siyasetin taşıyıcıları bu denklemi hiçbir zaman okuyamamıştır. İnsanların gündelik yaşantılarına olan sadakatlerini ve suç ortaklıklarını çözememiş, her daim “devrimciliği” anlık bir toplumsal dönüşüm olarak kurgulamış, bunun sosyolojisini, dönüşümün sindirimi ve zamana yayılması bakımından doğru değerlendirememiştir.

Bugün açıkça görüyoruz ki; kitleler rasyonel kararlarla değil içgüdüsel tepkilerle hareket ediyorlar. Onların ihtiyaçları bir “aydınlanma” değil ve ideal bir aydınlanmanın maliyeti kimse tarafından “ödenebilir” değil. Popüler bir önderlik hala hiç beklenmedik biçimde kitleleri peşinden sürükleme potansiyeli taşıyor. Fakat ötesi berisi hesap edilmemiş en şahane önderlik bile bağzı başganlar gibi kolayca ekarte edilebiliyor.


Ezcümle; umut her daim vardır ve oradadır. İnsan varoluşsal olarak iyidir, iyiliğe meyillidir ve dahi yönlendirilmeye muhtaçtır; usulünce ve anlayacağı dilde...

Yorumlar