Orta Doğu'yla sen ilgilenmezsen o seninle ilgilenir


Derli toplu bişeyler yazmak için hiç olmayacak zamanımın olmasını beklemektense sıcağı sıcağına yarım yamalak da olsa aklımdan geçenleri yazarak tarihe bir not düşmenin daha iyi olacağına karar verdim.

Son zamanlarda gerek yurt içi gerekse uluslararası siyasette öylesine hızlı bir değişim söz konusu ki olan bitenin tamamını anladığını iddia eden abesle iştigal etmiş olur. Ben de kesinlikle böyle bir iddiam olmadan, hatta anlamakta gerçekten güçlük çektiğimi kabul ederek bazı yorumlarda bulunmaya çalışacağım.

Özellikle Mavi Marmara baskını ve İskenderun saldırısının halk arasında doğal olarak yarattığı infiale pek değinmemeye çalışacağım çünkü refleksif tutumların konunun özünü anlamaya bir katkısı olmadığını düşünüyorum. Yine de her iki hadisenin de hemen herkes gibi beni de çok derinden yaraladığını söylemem lazım.

Bilindiği gibi 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ABD uluslararası politik stratejisini tamamen değiştirerek Orta Doğu'ya bir askeri ayak yapmaya ve ufukta gözüken çok kutupluluk tehlikesini bu ayak üzerinden kontrol altında tutmaya niyetlendi. Çok kaba biçimde böylece özetleyebileceğimiz bu girişimin bölgedeki alt-emperyal işbirlikçisi olarak da kendisine Türkiye'yi seçti. Bu strateji doğrultusunda Türkiye'nin siyaseten istikrarlılaştırılması, ekonomik sorunlarının idare edilebilir hale getirilmesi ama en önemlisi bölge için cazibe merkezi olabilecek bir demokratikleştirmeye tabi tutulması gündeme geldi. Demokratikleşme hem bölge halklarıyla tarihsel ve kültürel bağları olan Türkiye'nin bir model olarak öne çıkması hem de içerideki Kürt sorununu çözmesi açısından kritik öneme sahipti. Bu amaçla iktidara gelen AKP, 2002'den dünya ekonomik krizinin patlak verdiği 2008'e kadar hesaplandığı gibi misyonunu gerçekleştirerek hem kendi politik egemenliğini perçinledi hem de Orta Doğu'nun alt-hegemonik süper gücü olmak amacıyla kültürel emperyalist projeler de dahil olmak üzere pek çok konuda üzerine düşeni "hakkıyla" yerine getirdi. Ancak bu konudaki dönüm noktası Davos'taki "one minute" olayı oldu. Tarihte ilk defa tüm dünya bir Müslüman ülkenin liderinin Batı'nın şımarık çocuğu İsrail'e deyim yerindeyse "posta koyduğuna" şahit oldu. Kafası kesik tavuk gibi ortalarda dolaşan Arap halkları arasında bu babalanmanın bir baş bulmuş olma heyecanı yarattığı kesin. Ancak böylesine önemli bir role soyunmanın bedelini o an itibariyle ödememiş olan Türkiye'nin kağıtların yeniden dağıtılmaya başlandığı bu oyunda ne yapacağı merak konusu olmaya devam ediyordu.

2008'de patlak veren ekonomik krize kadar egemen batılı güçlerle tam bir çıkar birlikteliği politikası izleyen Türkiye, dünya ekonomik buhranıyla birlikte o kapıda aradığını bulamayacağı gerçeğiyle karşılaştı ve bir aldatılmışlık psikozuna girdi. Ancak bu aldatılmışlık psikozundan daha etkili olan bir başka patoloji de yine aynı bünyede gelişmeye başlamıştı. Buna kısaca "ne oldum" psikozu diyebiliriz. Son 2 yıldır ortaya çıkan maddi gerçeklik hegemonik batının mevcut ekonomik düzen içerisinde yürütmekte olduğu refah devleti yapısını sürdürmesinin mümkün olmadığı idi. Çin, Hindistan, Rusya, İran, Türkiye, Brezilya, Meksika, Arjantin, G.Afrika gibi çevre ülkelerin merkezileşmeye başlaması tek kutupluluğun sahici bir tehlikeyle karşı karşıya gelmesine ve herkesin bugüne kadar yaptığı hesapları gözden geçirmesine sebep oldu.

Türkiye açısından en önemli gelişme 1 ay önce yaşandı. ABD 2011'de Irak'tan çekileceğine dair planını değiştirdi ve belirsiz bir süre için daha Irak işgalini devam ettireceğini açıkladı. Zaten Avrupa Birliği tarafından da kendisine sırt çevrilmiş olan Türkiye bu hamleyi hızla gördü ve önce Rusya ile nükleer santral kurulumuna ilişkin anlaşmayı imzaladı, hemen arkasından da İran ve Brezilya arasında bir diplomatik arabuluculuk rolü üstlenerek işin içinde Rusya ve Çin'in de yer aldığı bir zenginleştirilmiş uranyum mübadelesi programına imza attı. Bu kendisine sırt çevirenlere gönderilmiş kuvvetli bir "siz olmadan da yapabilirim" mesajıydı ve karşı taraftan çok hızlı cevap buldu. İlk olarak AKP'nin siyasal alternatifsizliği Türkiye siyasal tarihinde eşi görülmemiş bir komplo ile Baykal'ın gönderilmesi ve yerine Kılıçdaroğlu'nun getirilmesiyle ortadan kaldırılmış oldu. Bu bir uyarı atışı olarak algılanabilirdi. Ardından, başbakan Erdoğan'ın Güney Amerika seyahati sırasında Mavi Marmara'ya yapılan baskın ise Türkiye'nin Orta Doğudaki "lider ülke" imajına kuvvetli bir darbe vurulmuş oldu. Kısacası Türkiye'ye postun o kadar da ucuz olmadığı mesajı verildi. Bu baskınla eş zamanlı gerçekleşen İskenderun saldırısı ise dışarıda zor duruma düşen AKP hükümetine içeride de iplerin kimin elinde olduğunu hatırlatmak ister gibiydi. Bugün itibariyle "son büyük savaş"ın başlayacağını deklere eden PKK, AKP'nin önce bir adım atıp sonra on adım geri çekildiği Kürt Açılımı politikasının izlenmemesinin, yani PKK'nin siyasal muhatap olarak alınmamasının sonuçlarının neler olacağını hükümete göstermeye kararlı gözüküyor.

Kısacası bölge yine çok sıcak. Dünya belkide daha önce hiç görmediğimiz kadar radikal biçimde değişmeye çok yakın ve Türkiye bu hengamenin içinde bir yandan kendi içinde siyasal katılımını sağlamak yoluyla çözemediği Kürt sorunu ile uğraşmaya devam ederken diğer yandan uluslararası siyasette bugüne kadar görülmemiş büyüklükte hedeflerin peşinde koşmakta. Tüm bu sorunların AKP'nin maksimum 1 seçim daha kazanabilmesi ile sonuçlanacağını kestirmek güç değil. Ancak esas önemli sorunun bir nevi "Yeni Osmanlıcılık" olarak adlandırılabilecek bu kirli emperyal hırsların peşinde koşmak olduğunun gözden kaçırılmaması lazım. Bu noktada hiç bir hezeyana kapılmadan herkesin kendisine bu "Yeni Osmanlıcı" emperyalist güçlerden mi yoksa tüm dünya halklarının kurtuluşunun onların özgürleşmelerinden geçtiğini düşünenlerden mi yana olduğu sorusunu sorması gerekiyor.

Yorumlar